Deneme

Babamın Frankları

 “Çok değil, bir yıl sonra siz de geleceksiniz yanıma.” dedi.

Bir yıl ne kadar sürüyordu acaba? Çok değil diyorsa öyledir herhalde diye geçirmiştim aklımdan. Dalga geçerler diye çok da sorasım gelmiyordu içimden.  Ben soru sorduğumda önce ağabeyim benim anlayamayacağım şekilde açıklıyordu, ben anlamayınca da koro halinde basıyorlardı kahkahayı. Sormamak en iyisiydi o yüzden. Her şeyi bir seferde öğrenmemi istiyorlardı. Zaten günlerin de hepsine isim takmışlar, onlar yetmiyormuş gibi ayların da isimleri varmış. Yılların da ismi var mıydı acaba? Şimdi bir de onları mı öğrenecektim?

Gittiği günü tam olarak hatırlamıyorum. Ama artık yanımızda değildi. Başka bir ülkede Türk çocuklarına öğretmenlik yapacaktı. Biz de annem ablalarım ve ağabeyimle hayatımıza bir süre onsuz devam edecektik. Artık geceleri yatmadan önce birbirimize iyi geceler dedikten sonra oralarda yalnız diye babama da “İyi geceler, Baba.” diyorduk. Bazen ben çok yüksek sesle söylüyordum gittiği yerden duyar belki diye. Ama duyamıyormuş, çok uzakmış oralar.  Dayımın evinden bile daha uzak. Uçakla gidebilirmişiz ancak. Ben de bağırmamaya başlamıştım. Annem de çok sıkılmıştı bu iyi geceler töreninden, onu kızdırmak istemiyordum. Hem zaten okula gidip gelirken yaz tatilinin nasıl geleceğini anlamazmışız. Yaz tatilinde babam da gelecekmiş, bizi alıp öyle gidecekmiş. Babam o yaz geldi. Sonraki yaz da geldi. Daha sonraki yaz da geldi. Bir keresinde gelirken arkadaşlarını ve onların çocuklarını da yanında getirmişti. Sanki zamanının çoğunu onları gezdirmekle geçiriyormuş gibi gelmişti bana. Benim kadar özlememişti galiba. Biz gitmedik onun yaşadığı yere nedense, ben büyüyünce anlarmışım. Ne zaman büyürdüm acaba?

Altı yaşıma kadar zaten pek anımız birikmemiş gibiydi babamla. Hatırladığım bize çayı sütle karıştırıp içirdiği, çok güzel yemek yaptığı, karpuzu kimsenin onun gibi kesemediğiydi. Önce karpuzun şapkasını, sonra gövdesini çiziyor, sonra da tepesinden bir vurdu mu karpuz parçalarına ayrılıyordu. Çizgileri öyle bir ayarlıyordu ki, patlattığında göbeği ayrıca çıkıveriyordu. Onu da mutlaka dört canavarlarına eşit bölüyordu. Canavar dediysem çocukları, bize öyle diyordu. Sıkı yönetim diye bir şey vardı o zamanlar.  Sokağa çıkmak sık sık yasaklanıyordu. Babamın okuduğu gazeteyi gizlediğini, cama çıkmamıza kızdığını da hatırlıyorum. Bir de şu arka odada kilimin üzerine dökülen su hikayesi vardı tabii. Dördümüze de sormuştu kim döktü diye hiçbirimiz “Ben” diyememiştik. Ben kimin döktüğünü biliyordum ama söylemememi tembihlediği için söylememiştim ya çok kızarsa babam ona diye. Dördümüzü de divanın üzerine oturtmuş “Hepiniz bana bakın, gözünüzü kırpışınızdan anlarım ben kimin döktüğünü.” demişti. Kırparım da yanlış anlar diye sonuna kadar açtığımı hatırlıyorum gözlerimi. Sanırım o da gülmemek için kendini zor tutuyordu. Anlayamamıştı işte. Hepimize ceza verecek sanmıştım ama o sadece kazaların olabileceğini ama sorulduğunda saklamamamız gerektiğini söylemekle yetinmişti. Madem kızmayacaktı niye o kadar uğraşmıştı ki?

 

İlkokulu bitirdiğimde yine gelmişti. Bir gün, annemle ikisi kiminle kalmak istediğimizi sordular hepimize, tek tek. İkisine de “Seninle.” dediğimi hatırlıyorum. Neden bir seçim yapmak zorundaydık ki? Demek biz yanına gideceğiz sanırken, onlar çoktan ayrılmaya karar vermişlerdi. Artık annemle yollarını tamamen ayırdıklarını, bizi yazları görmeye geleceğini, bazen de bizim onun yanına gidebileceğimizi söyledi.  Beni ve ağabeyimi alıp memlekete, ailesinin yanına götürmüştü o yaz. Uzun zamandan sonra ilk defa birlikte bir on gün geçirdik onunla. Artık iyece yabancılar gibi davranıyordu. Trabzon’a her yaz ağabeyim birimizi yanına alarak gidiyordu. Ben çok severdim köyümüzü. Ağaçların tepesinden inmezdik hiç. Dedemde kalırdık gittiğimizde ama gündüz amcamlarda kuzenlerimle vakit geçirirdik. Çoğu kuzenim yaylaya çıkardı. Biz köyde kalanlarla yine de çok eğlenirdik. Babamla köye gelmek pek de keyifli olmamıştı. Ne ağaca çıkmama müsaade ediyordu ne dereye inmeme. Bütün özgürlüklerimizi kısıtlıyordu. Amcam anlamıştı biraz bozulduğumu da “Kızım, siz emanetsiniz, ondan öyle dikkat ediyor demişti.” Duyduğum en saçma şeydi. İnsan babasına emanet mi olurmuş. Amcama babamdan biraz daha yakın olduğum için ses etmemiştim bu söylediğine.

Tekrar Fransa’ya döndü. Belki gelecek yaz biz de gideriz diye geçti içimden. Gitmedik. O da gelmedi. Ne o yaz ne bir sonraki yaz ne de daha sonraki. Artık mektuplarımıza da cevap vermiyordu. Ben de yazmayı bırakmıştım. Birkaç yıl sürdü gerçekten gittiğini anlamam. Onu özlemek de çok yoruyordu artık gelmeyeceğini fark ettiğimden beri, meraklı insanların sorularına cevap vermek de. Baban nerede? Orada ne iş yapıyor? Niye gelmiyor? Orada güzel bir Fransız mı buldu? Sizi unuttu mu? Bitmek bilmez sorular… En çok da şu Semahat Hanım Teyze canımı sıkıyordu. Artık taşındığımız mahallemize arkadaşlarımı görmeye gittiğimde onunla karşılaşmamak için çok uğraşıyordum. Apartmana kim girse merakından giriş katındaki dairesinin kapısını mutlaka açtığı için bu mümkün olamıyordu. Bir gün yine yakaladı beni kapıda. “Baban gelmiyor mu? Başka kadın mı bulmuş? Evlenmiş mi?” diye peş peşe sıraladı sorularını hunharca. Niye bu kadar merak ediyordu ve neden her seferinde bu işkenceyi yapıyordu diye düşündükçe daha çok kızıyordum ona. Başkalarının acısıyla beslenen bu kadının gözlerindeki zevki yakaladığım bir anda, “Babam elbet gelir yakında ama siz çoktan tahtalı köye gitmiş olursunuz Semahat Hanım Teyze. Baksanıza bir ayağınız çukurda, bir gözünüz de toprağa bakıyor!” deyip kaçmıştım apartman kapısını çarpıp. Hiç tarzım değildi büyüklerime ters cevaplar vermek ama Türkçe dersinde öğrendiğimiz deyimleri böyle yerli yerinde kullanınca çok işe yaramıştı. Keşke bir de dil çıkartsaydım diye geçirmiştim içimden de bu kadarı bile bana çok iyi hissettirmişti. Semahat Hanım Teyze bir daha benimle hiç konuşmadı. Gördüğünde kafasını çevirdiğinden dil çıkartma fırsatım da olmadı. Birkaç yılı buldu göçüp gitmesi. Arada kim bilir kaç çocuğu daha çıldırtmıştı benim gibi…

 

VAR AMA YOK BABALAR

Büyüdükçe, hiçbir şeyin kitaplarda anlatıldığı gibi yaşanmadığını, herkesin, EBE-veynlerin de doğru davranışları başkasının yapmasını beklediğini fark ettiğim yıllarda, ben de ayakta kalma, değiştiremeyeceğim şeylerle uğraşmayı bırakma gibi bir karar almıştım kendi kendime. Başka ailelerde de gözlemlediğim çoğu ayrılık hikayesinde, babaların eşleriyle birlikte çocuklarını da boşadıklarını ya da nemrut kadınların kendileri gibi çocuklarını da ne yapıp edip babalarından ayırdıklarını daha net görebiliyordum. Hiç olmazsa bir anneme bir de babama gidip ikisinin birbirlerinden alamadıkları intikamı bizden çıkarma şansları olmuyordu. Bazen annemin babamla ilgili zehirli konuşmalarına maruz kalıyor, ondan da istemediğimi duymama, duysam da önemsememe konusunda yıllar içinde geliştirdiğim becerimle kurtuluyordum. 17 yaşımda şehir dışında üniversiteyi kazanarak annemden de yeterince uzaklaştığımda arınmaya, kendimle daha anlamlı ilişkiler kurmaya başlamıştım. Son sınıfta dersimize giren Fransız hocamdan rica edip babamın telefonuna ulaşmıştım yeniden. Öğretmenim Fransa’daki ailesi aracılığıyla kolayca bulmuştu numarasını. Bazı hikayeler sezon finali olmadan bitmez diye düşünüyordum herhalde. Cesaretimi toplayıp aradığımda tamamen yabancı bir adamla konuştuğumu fark etmiştim artık. Yeni tanıştığınız, henüz birlikte yaşadığınız en ufak bir anınızın bile olmadığı biriyle nasıl konuşulursa öyle konuşmuştuk birbirimizle. “Siz” deyip uzak tutmuştum onu kendimden. “Kızım” diye hitap etmişti bana ama o zamanlarda öğrenciyken Bursa’da oturduğum semtin bakkalı da bana “Kızım” diyordu, hem de daha içten. Yıllardır yaşadığı o ülkenin insanıydı artık babam ve bana tamamen Fransızdı. Yine de telefonumu ve adresimi verdim ona. Aramadı ve yazmadı. Ne yalan söyleyeyim, bu kadarını beklemiyordum. Ben de bir daha arayacak cesareti bulamadım kendimde.

Yıllar sonra, O Türkiye’ye geldiğinde ben yirmili yaşlarımı ortalamış, mesleğimi çoktan elime almıştım. Diğer kardeşlerimle görüşmüş ama benimle köşe kapmaca oynamak zorunda kalmıştı görüşebilmek için. Oyunu tabii ki ben kazandım. Beni göremeden döndü ülkesine. Oyun kazanılınca duyulan hazzı   duyamamıştım bu kez. Artık benim için yoktu. Sorana “Yok!” diyordum. Böylece başka soru soramıyorlardı. Hayattaydı ama hayatımda değildi. Vardı ama yoktu. Geçen yıllar boyunca onu özlememek için yaptığım ne yanlış gitti, bilmiyorum ama onu özlediğimi ara ara fark etmeye başladım. Son görüşmemizin üzerinden tam yirmi altı yıl geçmişti. Benim bir kızım olmuş, babam Türkiye’ye gelmişti. Bu kez görüşmeyi ben istemiştim. Hani anneler bir şeyi anlatamadıklarında “Anne olunca anlarsın.” derler ya, annemi değil ama anne olunca babamı anlamaya başlamıştım. Çocuklarından uzakta geçirdiği yıllara anlam vermeye çalıştım. Çok da beceremedim. Dinlemeye çalıştım, ama karşımdaki adam bambaşka bir perspektiften bakıyor, anlayamadığım şeylerden söz ediyordu. Anlamaya ne kadar çalışsam da tam da onun istediği gibi olmuyordu. Ben onunla konuşurken o küçük yaşlarımdaki halime bürünüyor, yetişkin olamıyordum yanında nedense. Birkaç kez daha görüşme şansımız oldu birbirimizi anlamazdan gelerek.

 

BABAMIN FRANKLARI

Herkes birbirinden uzak, kendi hayatını yaşamaya devam etti. Bir gün onu aradım, artık evli olmadığımı söyledim. Önemser miydi, bilmiyorum. Önemli günlerimin hiçbirinde yoktu. Bu önemli bir ayrıntı mıydı onun için bilemedim sesi titreyene kadar. Bir gün o beni aradı, kanser tedavisi gördüğünü söyledi. İyi bakılıyordu hem hastanede hem evinde. Onca yıl gitmeyi aklımdan bile geçirmediğim o kahrolası ülkeye gitme vakti gelmişti benim için. Ablalarımdan biri de gelmek istedi. Babama ikizi kadar benzeyen kuzenim de, “Sizi yalnız gönderemem.” deyip bizimle geldi Fransa’ya. Gittiğimiz yer “baba evi” olmadığından yerimizi ayırttık onun evine yakın bir yerlerde. Bizi karşıladığında o da eşi de çok heyecanlıydılar. Misafir olarak uğradığımız evinin salonda sohbet ederken heyecanla yerinden kalkıp duvardaki bir çerçeveyi aldı eline ve bana uzattı hemen. “Bu yıllardır burada asılı” dedi. Kahverengi, altın yaldızlı şeridi olan şirin bir çerçeve, içinde küçük bir çocuk tarafından yazıldığı belli olan teksir kâğıdı renginde bir kart. Aslında ortadan ikiye katlanmış, kenarlarına çiçekler çizilmiş özenle. Hani şu bir zamanlar ilkokulda çocuklara örüntüyü çaktırmadan öğretmek için çizdirilen sayfa kenar süsleri gibi. Babam da kartın üzerine küçük beyaz bir çiçek kondurmuş bezden. Çerçeveletmiş bir de. Yazımı değil ama çiçeklerimi tanıdım hemen. Hala uzun toplantılarda canım sıkıldı mı ilk çizdiğim şeydir çiçekler. Bir öğrencim verse, üzerinde düzeltmekten kızarmamış yeri kalmayacak türden bir yazı. Onu ne kadar özlediğimi, geceleri ona iyi geceler demeden uyumadığımı, bir de bana söz verdiği yüz Frank’ı göndermediği için ona küstüğümü yazmışım. Çok utandım. İnsan babasına hayatı boyunca en değer vermediği şey için küser miymiş hiç! Hem adım soyadım birbirine girmiş, zaten küçük harfle başlamışım soyadıma diye tam ’79 senesinde yazdığım, babamın yıllarca salonunda astığı kartım için kendimle kavga etmeye başlamıştım ki babam çerçevenin arkasını açıp bakmamı istedi. Kim bilir buradan ne çıkacak şimdi diye biraz ürkek açtım çerçeveyi. İçinden şeffaf bir para zarfında iki tane yüz Frank çıktı. Gülerek bana paranın bir önemi olmadığını aslında o Frankları benim için bugüne kadar sakladığını söyledi. Fransa artık Frank kullanmadığı için de bir gün koleksiyoncular için çok kıymetli olacağını, çerçeveyi kartım ve Franklarla birlikte bana hediye ettiğini söyledi… Değerine ulaşınca bozdurur harcarmışım Franklarımı… Demek espri anlayışı da Fransızdı babamın…

Artık mümkün olduğunca sık görüşüyoruz babamla. Görüşemediğimiz zamanların çocuk halimde bıraktığı boşluğu dolduramadan. Belki en çok da bu boşluk hissi tutuyordur beni ayakta. Kim bilir, kızlar belki de hep babalarının gittiği yaşta kalıyordur.

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu