4 çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak doğdu. İlk Kadınlar Günü eylemini daha anne karnındayken gerçekleştirdi. Öğretmen annesinin hem çalışıp hem dört çocuk sahibi olmak için verdiği gebelik, lohusalık ve emzirme mücadelesinin çok uzadığını düşünerek onu biraz dinlendirmek amacıyla, MÖ* 1973 yılının 8 Mart günü içerden minik bir tekmeyle doğumun başladığını haber verdi ama kendi doğumuna gelmedi. Annesinin iki gün hastanede hiçbir iş yapmadan yatıp dinlenmesini sağladıktan sonra artık dünyaya gelmek zorunda olduğunu söyleyen ebesinin güzel sesine kanıp sabahın kör karanlığında saklandığı yerden çıktı. Annesi kızının ilk pasif direnişini kendisi için planladığını hiç anlayamadı ve onun bu dünyaya başının tatlı belası olarak gönderildiğine inandı.
Konuşmaya başladığı ilk birkaç yıl adının Oktay, kendisinin de erkek olduğunu iddia ettiyse de kimseyi inandıramayacağını anladığında hayatına kız çocuğu olarak, kendisine verilen isimle devam etmeye karar verdi.
Anne ve babasının tayini İstanbul’a çıktığı için doğduğu şehirden bebek yaşta ayrılırken bu güzel toprakların insanlarına özgü damarlarını peşinden götürdü. İstanbul’un en güzel semtlerinden biri olan Acıbadem’de harika bir çocukluk geçirdi. Okula çocukların yürüyerek gidebildiği, trafiksiz sokaklarda doya doya oynadıkları bir dönemde yaşamanın avantajlarını sonuna kadar kullandı. Okula ayırdığı süre dolar dolmaz -genelde üçüncü dersten sonra onun için bu süre dolardı-eve gidene kadar hayaller kurar, sonra arkadaşlarını da alarak hayallerinin peşinden koşardı. Acıbadem’deki tepelerin “zıkkımlan çık hamburger evleri” tarafından daha işgal edilmeden önceki hallerinin tadını çıkarır, Perşembe Pazarı yolu üzerindeki henüz katledilmemiş tek zeytin ağacının dibinde oturup tepelerden topladığı papatyalardan kendine taç yapardı. (Şimdi o zeytin ağacının yerinde apartmanlar var. Tepelerde ise papatyalar yok.) Yaşadığı semtte hemen hemen her evin bir bahçesi, bahçelerde de muhteşem çiçekler olduğundan çocukluk döneminde doğayla yakın bir bağ kurdu.
Çocuk radyosunda dinleyip sesine ve anlattığı masallara hayran olduğu Ergün Uçucu’nun her masalının tam ortasından bıkmadan, usanmadan gaklayarak geçen kargasıdır bu diye gördüğü tüm kargaları besledi, onlara ‘Aptal!’ demeye kalkışanlara her zaman karşı durdu. Hayvanlara sahip çıkmayı o yaşlarda öğrendi. Lise çağlarındayken evlerine misafir gelen bir kedi ile on gün geçirdi ve bir daha hiç kedisiz yaşamadı.
Öğrendiği ilk yabancı kelime, sadece belli saatlerde izleyebildiği tek kanallı Nordmende televizyona bağlı olan, ne işe yaradığını o zamanlar pek bilmediği “regülatör” idi. Dönemin hiçbir reklam filmini kaçırmadı. Yaşam tarzını, tüketici toplumun fertlerine yakışır şekilde, zamanın reklamlarına uygun düzenledi. Siyah önlüğünün üzerine taktığı beyaz yakasını, belki Zeki Müren gelir de bir müjde verir umuduyla, Alo ile yıkadı. Çayını deterjan kutularından çıkan melamin çay tabağı olmadan içmedi. Bir ara Türkiye’ye Jill diye biri mi geliyormuş ne, bir taraftan bando mızıka ile karşılama yapan, diğer taraftan da eskimiş çoraplarını camlardan aşağıya fırlatan kadınların kafasını anlamaya çalışırken o zamanın salgın hastalığı Noramin’e yakalanmamak için çok çaba sarf etti.
Hemen hemen her evde çocukların giremediği, yüksek vitrinler ve oymalı koltuk takımlarıyla döşenmiş misafir odalarını, sehpaların üzerine misafirlere ikram edilsin diye konulan sigara paketlerini hiç sevmedi. İnsanların neden başkalarının zevkine göre ev döşediklerini hiçbir zaman anlamadı. Evine kendisine tepeden bakan mobilyalar almamaya o zamandan karar verdi. Ve bir eve giren en kıymetli kişilerin o evde yaşayanlar olduğuna inandığı için her şeyin en güzelini önce kendisi ailesiyle kullandı.
Lisedeyken eğitim sistemini irdeleyip durdu. Öğretmenlerine de belirli aralıklarla fikir vermeyi ihmal etmedi. ‘Bu böyle olmayacak, bir el atmak gerek diyerek öğretmen olmaya karar verdi. Tabii konuşmayı, okumayı, yazmayı sevdiğinden dil öğretmenliğini tercih ederek kendini eğitim sisteminin tam ortasında buldu. Bir zamanlar gitmemek için çeşitli bahaneler uydurduğu okuldan bir türlü çıkamadı. Çıkacağı da yok çünkü emeklilikte yaşa takıldı.
İsmiyle barışık yaşadığı için, aşk hayatına da her zaman önem verdi. Tercihini hep canına en iyi okuyacak kişilerden yana kullandı.
Her zaman açık sözlü oldu. Kendini ifade etmek için sık sık anneannesinden yadigâr, Karadeniz esintili atasözleri ve deyimlerden yararlandı. Her zaman yapması gereken işleri son dakikaya bırakarak adrenalinle barışık yaşadı. “Ölmeden önce yapılması gereken yüz şey” listesini de diğerleri gibi sona bıraktığı için birkaç yıldır yoğunlaştırılmış bir yaşam sürmekte, dans, fotoğrafçılık, yazarlık gibi pek çok işe el atmaktadır.
Kendi doğurduğu bir, okuttuğu binlerce çocuğu bulunmaktadır. Doğum sonrası çatlakları karnında değil kafasında oluştuğundan, ‘O ne der, bu ne der?’ diye çok da şey etmemektedir.
*MÖ: Milenyumdan Önce
NOT: Bu yazıda ürün yerleştirme kullanılmıştır. Söz konusu markaların bazıları piyasadan kalktığından reklam ücreti talep edilmemektedir. Yazılanların çoğunu anlamadıysanız büyük ihtimalle kırk yaş altı okuyucusunuzdur. Sevinin daha çok gençsiniz anlamına gelir bu. Adı geçen kelimeleri Google’dan arayarak yazarda travmalara yol açan reklamları izleyebilirsiniz.
Yüreğine diline sağlık kendini ne güzel anlatmışsın güzel kadın.
Gece gördüm , ama uzundur sabah rahat rahat okurum diye erteledim. Şimdi ise pişmanım okuyup yatsaydım yatağa tebessüm ederek girerdim .seni seviyorum ❤️